SEYYİD KUTUB: YOLDAKİ İŞARETLER-Yusuf Y.YILMAZ

20.02.2022 22:58:27
Yusuf Y.YILMAZ

Yusuf Y.YILMAZ

 SEYYİD KUTUB: YOLDAKİ İŞARETLER 

“İslami uyanış eylemi nasıl başlayacak? Bu görevi üstlenecek bir öncü cemaat lazımdır. Bu yola baş koymuş cemaat... Dünyanın her köşesindeki cahiliyeyi yok etmek için yola çıkmış bir cemaat... "Yoldaki İşaretler"i, işte gelmesi umutla beklenen bu öncü cemaat için yazdım.”
                                                                                                                             Seyyid Kutub

Seyyid Kutub, Mevdudi ile birlikte çağdaş İslam düşüncesinin oluşumunda en etkili olan düşünürlerden biridir. Seyyid Kutub, Mısır, Mevdudi ise Pakistanlıdır. Kuşku yok ki, her iki düşünür de yaşadıkları toplumun içinde bulunduğu toplumsal zeminden seslenmektedir. Bu yüzden hem toplumdaki İslam anlayışı, hem de dünya siyaseti düşünürlerin fikri yapısını derinden etkilemiştir. Kuşku yok ki, Seyyid Kutub, İslam dünyasının bilim, kültür ve askeri yönden üstünlüğünü kaybettiği bir dönemde yaşamıştır. Ana amacı İslam dünyasının içine düştüğü durumu analiz etmek, bu duruma sebep olan etkenleri bulmak ve İslam dünyasının üstün olduğu dönemlerdeki gibi bir dünya oluşturmaktır.

Kutub’a göre dünyadaki bütün sorunların temel nedeni, yeryüzünde egemen olan cahili sistemlerdir. Çünkü bu sistemler, Allah’ın kurulmasını istediği ve adalet temeli üzerine yükselen sisteme aykırıdır. Temel sorun Allah ile insan arasındaki ilişkinin bozulmasıdır. Kutub, bu sisteme “cahiliye” adını vermektedir. Kuşku yok ki, cahiliye sadece İslam’dan önce Arapların içinde bulunduğu düzeni ifade etmez; ama aynı zamanda bu özellikleri taşıyan tüm zamanları anlatır. Bu anlamda yaşadığımız dönem, tıpkı İslam öncesi cahiliye mantığının işlediği bir dönemdir. Bu dönemde kurtarıcı olarak ortaya çıkan kapitalizm ve sosyalizm düzenleri cahiliye mantığının ürünü olan sistemlerdir. “Bu "cahiliye", Allah'ın yeryüzündeki otoritesine, özellik­le "ulûhiyet" haklarına saldırı temeli üzerine kurulmuştur. Özellikle Allah'ın "hâkimiyet”ine saldırı temeline... Söz konusu "cahiliye" anlayışı, otoritesini, insanlığa dayandırır; insanların bir kısmını diğer kısmının tanrısı (rabbi) yapar. Fakat günümüz cahiliyesi, ilk dönem "cahiliye" anlayışının kullandığı ilkel yöntemlerle bunu yapmaz, Allah'ın hayat için koyduğu ilâhî yöntemi bir köşeye atarak, Allah'ın onayı olmayan alanlarda, değerlerde, yaşama düzeni ve yasalarda, tutum ve davranışlarda kendine özgü bir "dünya görüşü" koyma hakkına sahip olma iddiası şeklinde yapar. Allah'ın kullarına yöneltilen düşmanca saldırı, işte Allah'ın otoritesi­ne böylesi bir saldırıdan doğuyor. Sosyalist düzenlerde insan­ların topluca ihanete uğraması, kapitalist düzenlerde bireyin ve toplumun sömürge ve sermayenin baskısı, altında kalarak zulüm görmesi, Allah'ın otoritesine saldırının ve Allah'ın in­sana bağışladığı kutsallığı yadırgamanın ortaya çıkardığı so­nuçtan başka bir şey değildir. İşte bu noktada "İslâm'ın yegâneliği" ortaya çıkıyor. İs­lâm nizamının dışında kalan bütün nizamlarda, bir biçimde insanların bir kısmı diğer bir kısmına tapıyor. İslâmî yön­temde ise durum farklı; yalnız Allah'a kulluk etmekle, yalnız Allah'ı tanrı kabul etmekle ve yalnız Allah'ın önünde eğilmekle insanlar birbirine tapmaktan kurtulup tam bir özgür­lüğe kavuşuyorlar. Bu nokta da, yolların ayrıldığı nokta... Aynı zamanda bu insanlığın gerçek yaşamında derin izler bırakacak köklü dü­zenlemelerle birlikte insanlığa sunabileceğimiz yepyeni bir "dünya görüşü" dur. Bu, insanlığın sahip olmadığı bir hazine­dir. Çünkü o doğusuyla batısıyla Avrupa düşüncesinin bir ürünü değildir.’’(Kutub,2019)

Kutub’un en temel sorunu, İslami diriliş hareketinin başlatmaktır. Yaşadığı ve cahiliye olarak adlandırdığı dönemde İslami dirilişin imkanlarını aramaktadır. Bu dirilişin ana anmacı, yeryüzünde sürmekte olan ve bir zulüm düzeni olan cahiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Kutub, bütün enerjisini bu amacı gerçekleştirmek için harcamıştır. Yoldaki İşaretler kitabı aslında bu amaç için yazılmış ve yetişen İslami gençliğin bir kılavuzu olarak tasarlanmıştır. “İslâmî diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Öncelikle bu işe bütün benliği ile karar vermiş ve bu yola baş koymuş bir öncü topluluk... Yeryüzünün tümünde zorba­lığını bütün şiddeti ile uygulayan "cahiliye" egemenliğine son vermeye kararlı bir topluluk... Yeryüzünü kuşatan bu cahiliyeden uzak durmaya çalışırken öte taraftan belirli bir biçimde onunla ilişkide olmayı savsaklamayan bir topluluk... Böylesi bir kararlılıkla bu yola baş koyan "öncü topluluk"un üstlendiği bu zorlu görevin tabiatını bilmesi, görevini hakikatini kavraması, amacının asaletini ve çıkacağı bu uzun yolculuğun başlangıç noktasını saptayabilmeği için ona kılavuzluk edecek "yol işaretleri" gerekir. Yeryüzünün her köşesini ihata eden cahiliye karşısında tutumunu belirleyebilmesini sağlayan "yol işaretleri"...Bu öncü topluluk insanlarla hangi noktalarda birleşecek, hangi noktalarda ayrılacak; sahip olduğu özellikler neler, cahiliyenin sahip olduğu özellikler nelerdir; İslâm'ın dili ile cahiliye ehline nasıl konuşacak ve hangi hususlarda tartışa­cak; bu insanlarla hangi noktalarda birleşecek?.. Bütün bu konularda nasıl hareket edeceğini kendisine öğreten bilgiyi hangi kaynaktan sağlayacaktır?.. Bu "yol işaretleri" öncelikle "âkide"den, yani Kur'ân'dan alınmalıdır; Kur'ân'ın temel yö­nelimlerinden... Allah'ın yeryüzünde yerine getirmek istedi­ğini kendileri ile gerçekleştirdiği seçkin, arınmış benliklerde etkisini gösteren Kur'ân'ın dünya görüşünden... Allah'ın ta­rihin seyrini kolay bir biçimde değiştireceği kaynaktan...’’ (Kutub,2019). Kutub, stratejisini, ilk olarak, cahiliye sistemini bütün özellikleriyle tanımak, ikinci olarak Kur’an’ın rehberliğinde bir İslam toplumu oluşturmak üzerine kurmuştur.  

Kutub, saf İslami düşüncenin felsefe, israiliyat ve İslam dışından gelen diğer inançlar ile bozulduğunu ifade etmektedir. “Sonra ne oldu? Kaynaklar karıştı, safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların beslenme kaynaklarına Grek felsefesi ve mantığı, Pers efsaneleri ve düşünce biçimle­ri, yahudi israiliyatı ve Hristiyanlık mistisizmi, bunların dı­şında kalan diğer kültür ve medeniyetlerin tortuları karıştı. Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kur'ân tefsirle­rine, kelâm ilmine, fıkıh ve fıkıh metodolojisine de bulaştırıl­dı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu bulanık kaynak­tan beslendiler. İşte bundan dolayı o evsafta ikinci bir nesil kesinlikle gelmedi. O nesil ile öteki nesiller arasındaki açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda kuşku yoktur. Ana kaynağın doğasının değişimi dışında burada diğer bir faktör daha vardır: bu faktör, o eşsiz kuşağın bilgilenme yön­teminde meydana gelen farklılıktır. İlk dönemin eşsiz nesli Kur'ân'ı, bilgilerini, görgülerini, kültürlerini arttırmak, müzikal bir zevk almak ya da dünya­sal bir çıkar sağlamak amacıyla okumuyorlardı. Kur'ân'ı kendisiyle kültür edinilen, ilmî ve fıkhî konularda dağarcık doldurulan bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar kendi­lerinin ve içinde yaşadıkları toplumun yaşamlarının her bo­yutunu düzenleyen Allah buyruğu olarak algılıyorlardı Kur'ân'ı. Bu buyruğu da, savaş alanında aldığı 'anlık komut'u yerine getiren asker gibi duyar duymaz yerine getiril­mesi gereken bir buyruk olarak kabul ediyorlardı. Bu yüzden onlardan hiçbirisi, bir oturumda ilâhî emirlerin çoğaltılması­nı arzulamazdı. Çünkü o emir çoğalınca boynuna binecek yü­kümlülüklerin de çoğalacağının bilincindeydi. İbn Mes'ud'un aktardığı hadiste anlatıldığı gibi onlardan her birisi, sadece on ayet alıp ezberlemek ve pratiğe geçirmekle yetinirdi.” (Kutub,2019)

Kutub’a göre İlk İslam neslinde var olan samimiyet ve inanç daha sonraki dönemlerde bozulmuştur. İlk nesil cahiliye döneminde hâkim olan zihniyet ile aralarına keskin bir çizgi çekmişlerdi. “İşte, ilk neslin yaşadığı dönemde kişi İslâm'a girdiği zaman, cahiliye dönemindeki geçmişini, İslâm'ın eşiği önünde ta­mamen bırakıyordu. Kişi İslâm'a girdiği andan itibaren yaşa­mında yepyeni bir sayfanın açıldığı bilinci ile hareket ediyor­du. Geçmişte cahiliye döneminde yaşadığı hayattan tama­men ayrı ve farklı bir hayat... Cahiliye döneminde bellediği bütün tutum ve davranışların her birisini kuşkulu, korkulu, sakınılması gereken tutum ve davranışlar olarak kabul eder; bunların hepsini İslâm'la uzlaşmayan pislikler olarak algı­lardı. İslâm'ın yepyeni yaşama biçimini işte böylesi duygular içerisinde algılardı Müslüman olan kişi. Nefsine yenildiğin­de, geçmişteki kötü alışkanlıklarının albenisine kapıldığında, İslâmî yükümlülüklerinde bir zayıflama belirtisi hissettiğin­de... Derhal bu gibi durumların bir günah, bir yanılgı oldu­ğunun farkına varır, içine düştüğü bu durumdan nefsini temizlemesinin gerektiğini algılar; hemen yeniden Kur'ân'ın getirdiği "hidayet" üzere yaşamaya yönelirdi.” (Kutub,2019)

İlk İslam toplumu, cahiliye ile tam bir kopuş yaşamışlardı. Onlar Peygamberin rehberliği altında düşünce sistemlerini tamamen değiştirmişlerdir. Kuşkusuz Mekke Dönemi, ilk Müslüman nesil için bir eğitim dönemiydi. İlk Müslümanlar Peygamberin rehberliğinde cahiliye değerlerinden tamamen kopmuşlardır. “Burada ortaya çıkan gerçek şu: Müslüman olan kişinin geçmişte cahiliye döneminde yaşadığı hayat ile bugün İs­lâm'da yaşadığı hayat arasında tam bir bilinç ayrılığı söz ko­nusu idi. Bu bilinç ayrılığından, cahiliye ortamında kendisi­ni çevreleyen cahiliye toplumu ile olan ilişkilerinden tam bir kopuş meydana geliyordu. Bu bilinç sayesinde geçmişte birlikte olduğu, iç içe olduğu cahiliye ortamından tamamen kopup, bugün içinde yaşadığı İslam toplumuna tamamen entegre olabiliyordu. Günlük rutin hayat içerisinde bazı müşrik çevrelerle bir takım ticari ilişki içerisine girse bile durum değişmiyordu çünkü bilinçsel bir kopuş başka, günlük rutin hayat içerisinde girilen ilişkiler başka bir şeydi.’’ (Kutub,2019)

Modern dönemde yaşayan Müslümanların ana sorunlarından biri yaşayan cahiliye anlayışına ait değerlerden etkilemiş olmalarıdır.  Kuşkusuz bu durumdan Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde kurtulmak gerekmektedir. Kutub’a göre ilk yapılacak olan cahiliye değerlerinden arınmaktır. “ Bundan sonra benliklerimizin tâ derinliklerine kadar iş­leyen cahiliye gelenek ve göreneklerinden, cahiliye yöne­tim biçiminden, cahiliye dünya görüşünden ve cahili toplu­mun dayatmalarından tamamen kurtulmalıyız. Bizim göre­vimiz bu cahili toplumun gerçekleriyle uzlaşmak ve onun egemenlik hakkını onaylamak değildir. O bu niteliğini, yani cahiliye niteliğini taşıdığı sürece onu onaylamamız müm­kün değildir; çünkü onu onaylamamız halinde, onunla uzlaşmış oluruz. Bizim başlıca görevimiz içinde yaşadığımız bu toplumu değiştirebilmek için, ilk önce kendi benliğimizi de­ğiştirmektir. 

Birinci vazifemiz, şu içinde yaşadığımız toplumun gerçek­lerini kökünden değiştirmektir; bu cahili realiteleri kökten değişime uğratmak. Bu realiteler, İslâmî yöntemle taban ta­bana çelişir, İslâmî düşünce ile çatışır. Bunlar, dayatmaları ve üzerimize uyguladıkları baskıları ile ilâhî yöntemin biz­den istediği hayatı yaşamaktan bizi mahrum bırakırlar. 

Bu yolda atacağımız ilk adım, bu cahili toplumun değer­ler sisteminin ve dünya görüşünün üzerine çıkmayı başar­mamız, yolun yarısında onunla karşılaştığımızda az ya da çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz, ödün vermememizdir. 

Hayır... Kesinlikle ödün veremeyiz, onlarla uzlaşamayız. Çünkü "biz" ve "onlar" tam bir yol ayrımında bulunuyoruz. Ona bir adım bile eşlik ettiğimizde maazallah yol ve yönte­min tamamını yitiririz! 

Bu yolda elbette sıkıntı ve meşakkatle karşılacağız. Bu yol bize ödemesi zor bir fatura sunacaktır. Ancak ilâhî bağışa mazhar oldukları bizzat Allah tarafından onaylanan, cahili yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçene­ğimiz yoktur. 

İlk eşsiz İslâm neslinin çıktığı gibi biz de bu cahiliye ba­taklığından çıkabilmemiz için yürüdüğümüz yolun, tutum ve davranışlarımızın, metodumuzun özelliklerini her zaman çok iyi bilmek zorundayız. Bu bilgi, bu yolda yürümek isteyen kimsenin kesin hayrına olacaktır.’’ (Kutub,2019) Kutub, cahiliye düşünceleriyle uzlaşmayı asla kabul etmemektedir. Bu noktada örnek alınacak ilk Müslüman neslinin cahiliye karşısında gösterdiği net tavırdır. 

Kutub, akide meselesine çok önem vermiştir. Müslümanlar sadece Rab olarak Allah’ı kabul etmeli, onun yanına sahte ilahlar koymamalıdırlar. Kutub, özellikle İlah kavramının ne anlama geldiği üzerinde önemle durmaktadır. “ Allah'ın hikmeti gereği, elçilik (risalet) görevinin başladı­ğı ilk günden beri akide meselesi birincil mesele olarak kabul edilmiş; Allah Elçisi davete ilk adımı, insanları "Allah'tan başka ilah olmadığı"na tanık olmaya çağırmakla atmış, on üç yıllık risalet süresince insanlara gerçek Rab'lerini; sadece ona kulluk etmelerini öğretmekle geçirmiştir. 

Safdillerin sandığı gibi bu yol Arap insanının yüreğine ulaşmak için gidilen en kolay yollardan birisi değildi. Zira Araplar "ilah" kelimesinin ve "lâilâhe illallah" cümlesinin ne anlama geldiğini; ulûhiyet (aşkın) en yüce egemenlik an­lamına geldiğini, kullandıkları lisanlarından biliyorlardı. Bi­liyorlardı ki, ulûhiyetin birlenmesi, yüce Allah'ın "tek"liğinin anlamı, egemenlik yetkisini kâhinlerin, kabile liderlerinin, yöneticilerin ve kralların elinden alarak tamamen Allah'a vermektir. Böylelikle söz konusu egemen güçlerin insanların vicdanları, dinsel yaşamları, hayat realiteleri, mal, yargı, ruh ve bedenleri üzerindeki egemenlik iddialarının son bula­cağının farkındaydılar. 

Araplar "lâilâhe illallah" cümlesinin, ulûhiyetin birincil özelliği olan egemenlik hakkını gasp eden dünyevî otoriteye, bu gaspçı otoritenin söz konusu gasp ettiği temel üzerine kur­duğu yaşam biçimine, Allah'ın onaylamadığı yönetim düzeni­ne başkaldırmak anlamına geldiğini çok iyi biliyorlardı. Ken­di dillerinde "Lâ ilahe illallah" kelimesinin gerçek anlamda neye işaret ettiğini çok iyi bilen Arapların, bu İslâmî davetin yaşam biçimleri liderleri ve kralları açısından neyi ifade etti­ğini bilmemeleri mümkün değildir. O dönemde bu davetin di­ğer bir ifade ile başkaldırının Araplarca sert tepki ile karşı­lanması, avam ve havastan insanların ölümüne savaşması işte bu yüzden idi...’’ (Kutub,2019)  

Kutub’a göre bütün Peygamberlerin temel amacı insanları kula kul olmaktan ve sahte ilahlara tapmaktan kurtarmaktır. “Allah Elçisi Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştirilen İs­lâm'a davet hareketi, yüce elçiler yönetiminde yürütülen uzun süreli davet zincirinin son halkasını oluşturur. İnsanlık tarihi boyunca yürütülen bu davet hareketi, tek bir amacı gerçekleştirmeyi hedefliyordu. "İnsanlara tek olan ilahlarını ve Hak olan Rab'lerini tanıtmak; yaratılmışların rabliğini kaldırıp atarak yerine tek olan Rab'lerine kulluk etmelerini sağlamak...

Kısa sürede belirli sayıdaki insanın dışında kalan diğer insanlar, kesinlikle ulûhiyet ilkesini ve Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı. Sadece Hak olan Rab'lerini gerçek anlamıy­la tanıma ve O'na başka tanrıları ortak tutmada yanılgıya düşüyorlardı; Bu ortak koşma ya itikat, ibadet biçiminde ya da hâkimiyet ve bağlılık biçiminde tezahür ediyordu. Bunla­rın iki biçimi de insanları Allah'ın dininden çıkaran şirk bi­çimleridir; onlar kendilerine gelen elçiler sayesinde öğrendik­leri ve tanıdıkları Allah'ın dinini, peygamberin gelişinin üzerinden uzun süre geçtiği zaman inkâr ediyor, kendilerini din­den çıkaran cahiliyeye dönüyorlar bir kez daha Allah'a şirk koşma bataklığına düşüyorlardı. Bu, yukarıda da değinildiği gibi ya itikat, ibadet veya bağlılık ve hâkimiyet ya da hep­sinde birlikte oluyordu. 

Kutub’a göre dinin temel fonksiyonu Allah’a mutlak itaatin sağlanmasıdır. Bu dinin tartışmaya açık olmayan bir iman ilkesidir. Müslüman, tam bir teslimiyetle yaratıcıya iman etmeli ve onun belirlediği değerler içinde yaşamaya gayret etmelidir. “İnsanlık tarihi boyunca, Allah'a davetin doğal yapısı bu­dur. Bu davet "mutlak teslimiyeti" amaçlar; kulların Rab'lerine mutlak teslimiyetini; egemenlik, şeriat, değerler silsile­si, gelenek ve göreneklerinde onları kula kulluk bataklığın­dan çıkarıp yaşamın bütün evrelerinde yalnız Allah'ın ege­menliğine ve şeriatına bağlanmalarını ve sadece O'na kulluk etmelerini amaçlar. Hz. Muhammed'in (as) aracılığı ile gelen İslâm, kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği İslâm gi­bi, yalnız bu amacı gerçekleştirmek için gelmiştir.” (Kutub,2019) 

Kutub’a göre İslam’ın kendine özgü bir varlık ve insan anlayışı vardır. İnsanın görevi bu temel düşünce üzerine bina edilir. “İslâm, insanları, kendilerini kuşatan varlık âleminin tü­münde olduğu gibi Allah'ın egemenliğine mutlak bağlanma­ya çağırmak için gelmiştir. Varlık evreninin tümünü sevk ve idare eden gücün, onların yaşamın da düzenlemesi, sevk ve idare etmesi gerekir. Bütün oluş âlemini sevk ve idare konu­sunda İslâm'a dönmeleri, yaşamın bütün evrelerinde Allah'ın şeriatını mutlak egemen kılmaları, yaşamlarındaki fıtrî ve isteme bağlı olan yönleri, kendi varlıkları ile diğer evrensel varlıklar arasındaki koordinasyonu (düzenlemeyi) bu şeriata göre yapmaları gerekir.” (Kutub,2019) 

Kutub, İslam dışı bütün ideolojilerden İslam’ın farklı olduğunu savunur. Müslümanlar zihinlerini tümüyle cahili sistemin değerlerinden arındırmalıdır. “İnsanın insan üzerine egemenlik kuramı esasına dayalı, varoluş evrenine ters düşen, insanlar yaşamında isteme bağ­lı olan yönler ile fıtrata bağlı yönler arasındaki yöntemle ça­tışan cahiliye sistemi... İşte tek Allah'a teslimiyete çağıran elçilerin tümü ve Hz. Peygamber'in davetinde karşısına di­kildiği cahiliye sistemi budur. Bu cahiliye anlayışı salt bir kuram biçiminde temsil edilmez; hatta bazen hiçbir kuramsal temeli bile olmaz. O sürekli aktif bir toplulukta temsil edilir; bu temsil ediliş, söz konusu toplumun yönetimine, dünya görüşüne, değerler silsilesine, kavramlarına, duygu ve düşüncelerine, gelenek ve göreneklerine boyun eğiş biçimin­de olur. Bu toplum soyut bir toplum değil, bireyleri arasında etkileşim, evrimsel ilişki, bağlılık ve dayanışma bulunan or­ganik bir toplumdur. Bu durum, sözü edilen bu toplumu, is­temli veya istem dışı, varlığını korumaya, savunmaya, varlı­ğına yönelen bütün tehditleri bertaraf etmeye yöneltir. 

Cahiliye anlayışı salt bir kuram değil de böylesi aktif, organize bir toplumda temsil edildiği için, onu ortadan kaldı­rıp insanları bir kez daha Allah'a çevirmek için girişilecek mücadelenin salt bir kuramdan ibaret kabul edilmesi kesin­likle doğru bir şey değildir. Çünkü böylesi bir anlayışla giri­şilecek mücadele, aktif ve organize bir toplum tarafından ya­şanan, temsil edilen cahiliye zihniyeti ile boy ölçüşemez. Hâlbuki bizatihi var olan bir sistemi tamamen yıkıp yerine onunla taban tabana ters olan yeni bir sistemi kurmak iddia­sında bulunan anlayışın ondan üstün olması gerekir. Bilakis bu yeni girişimin kuramsal temelde ve uygulamada dayandı­ğı temeller bakımından çok daha güçlü, fertleri arasındaki ilişki bağı, mevcut cahiliye sisteminden çok daha sağlam olmaktır. İnsanlık tarihi boyunca İslâm'ın dayandığı kuramsal temel hep şu olmuştur: "Allah'tan başka ilâhın olmadığı" na tanıklık etme temeli; yani ilahlık, Rab'lık, güçlülük otorite ve egemenlik konularında bütün eksikliklerden uzak olan Al­lah'ı birlemek; O'nu, yüreklerdeki itikat, davranışlardaki kulluk ve tüm hayat gerçeklerinde şeriatına bağlanarak bir­lemek... Allah'tan başka ilâh olmadığına şahadet etmek, Müslüman veya Müslüman olmayan kişinin onu söylerken ona itibar ettiği, hakikî, ciddî bir varlık kazandırdığı yetkin bir biçimde olmadıkça fiilî olarak varlığı kabul edilemez.” (Kutub,2019) Kutub’a göre cahiliye sistemi salt felsefi bir düşünce biçimi değildir. Cahiliye, kendine özgü değerleri ve İlah anlayışı olan bir sistemdir. Cahiliyeyi reddetmek için onun bütün değerlerini reddetmek gerekmektedir.  

Kutub, cahiliyeyi reddetmek için ön koşulun, bütün diğer anlayışları terk ederek Allah’a yönelmekle mümkün olduğunu belirtir. Burada bilgiyi doğru kaynaktan almak gerekmektedir. Kuşkusuz doğru bilginin alınacağı kaynak Allah’ın Resulüdür. “Kuramsal yönden bu ilkeyi yerleştirmenin anlamı, insan­ların, hayatın tüm aşamalarında Allah'a dönmeleri, yaşamın hiçbir merhalesinde kendi başlarına yargıda bulunmayıp bü­tün alanlarda mutlaka Allah'a uymaları ve O'na başvurmala­rı gerekir. Allah'ın söz konusu bu hükmünü de kendilerine tebliğ eden tek kaynaktan öğrenmelidirler. Bu tek kaynak ise Allah'ın Elçisidir. İşte bu hakikat İslâm'ın ilk rüknü olan kelime-i şehadet'in ikinci yarısında ifadesini bulan; "Muhammedün resûlullah" yani, Muhammed Allah'ın el­çisidir, ifadesidir. İslâm'ın somut hale getirildiği ve üzerine bina edildiği yegâne kuramsal ilke budur. Bu temel ilke Müslüman ferdin "dârü'l--İslâm"da ve "darü'l-İslâm"ın dışında bireysel ve toplumsal hayatın bütün evrelerinde, Müslüman bir toplumla olan ilişkilerinde; Müslüman toplumun başka toplumlarla olan ilişkilerinin tüm aşamalarında uygulanma­sı halinde, bütün ihtiyaçlara cevap verebilecek eksiksiz bir hayat yöntemi ortaya çıkar. İslâm'ın, onu bir itikat biçimi olarak kabul ederek gerekli ibadetleri yerine getirilerek; içinde yaşadıkları cahiliye toplumunun fiili etkinlikleri karşısında fertler halinde kalarak soyut bir kuram halinde temsil edilmesi mümkün değildir. Zira onla­rın bu biçimde var olmaları —sayıları ne denli çok olursa ol­sun— İslâm'a pratik bir varlık kazandırmaz. Çünkü bizatihi mevcudiyetini sürdüren cahiliye toplumu ile organik yön­den içli dışlı olan Müslüman bireyler, bu organik toplumun isteklerine ister istemez boyun eğmek zorunda kalacaklardır. İçinde yaşadıkları ve bir sürü organik bağlarla bağlandıkları bu organize toplumun yaşam için mecburî kıldığı ihtiyaçları şuurla veya şuursuz karşılamak, söz konusu toplumun varlı­ğını savunmak, onun varlığını tehdit eden unsurlara karşı mücadele etmek zorunda kalacaklardır. Çünkü organize olmuş bir toplumsal yapı, kendisine bağlı olan bireylere istese­ler de istemeseler de bu tür görevleri yaptırır. Bu bağlamda kuramsal açıdan Müslüman olan fertler, teorik olarak kaldır­maya çabaladıkları cahiliye toplumunun güçlenmesi yönün­de çalışmış olacaklardır. Onun varlığını sürdürmesi için sü­rekli taze kan sağlayan birer canlı hücre konumunda olacak­lardır. Bütün uzmanlıklarını, yeteneklerini bu toplum yaşa­sın ve güçlensin diye seferber edeceklerdir. İslâmî bir toplum oluşturmak için söz konusu bu cahiliye toplumunu ortadan kaldırmaya yönelik mücadele vermeleri gerekirken bu böyle olacaktır.

Bundan dolayı, İslâm'ın kuramsal temelinin “akide ba­zında’’ daha ilk adımda organize ve hareket halindeki bir toplulukta temsil edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. İs­lâm ortadan kaldırmayı hedef edindiği hareket halindeki ca­hiliye toplumundan bağımsız olarak kendine özgü organik bir toplum kurmak zorundadır. Söz konusu bu yeni toplulu­ğun ekseni, Allah elçisinin kişiliğinde ve ondan sonra gelen, insanları yalnız Allah'ın rubûbiyetine, gücüne, egemenliğine ve şeriatına döndürmeyi hedefleyen yepyeni bir yönetim ol­malıdır. Cahiliye toplumunun içerisinden kopup gelerek "Lâ ilahe illallah Muhammedûn Rasûlullah" yani, Allah'tan başka ilâh yoktur; Muhammed O'nun kulu ve elçisidir di­yen herkes söz konusu cahiliye toplumu ile ilgili bütün ilişki­lerini kesmeli onun egemenliğinden çıkmalıdır. Bu yönetim ister kahinlik, büyücülük yalancı gayb habercileri tarafından kurulan bir yönetim olsun, isterse Kureyş'te olduğu gibi siyasî, sosyal ve toplumsal yönetim biçimi olsun, durum de­ğişmez. Kelime-i şehadeti getiren herkes bütün bu yönetimlere başkaldırıp yeni kurulan organik İslâm topluluğunun egemenliği altına girmeli, Müslüman bir yönetime entegre olmalıdır.” (Kutub,2019) Kutub, İslam toplumu ile İslami olmayan toplum arasında keskin bir ayırım yapar. İslam toplumu, Kur’an ve Sünnette yer alan değerler üzerine kurulu toplumdur. Bu değerlerin yürürlükte olmadığı toplum, içinde yaşayan kimseler ibadet etseler de durumu değiştirmez.

Kutub’a göre Müslümanların temel amacı Allah’ın egemenliğinin tanınmadığı bütün sistemleri kaldırıp, İslam’ın egemen olduğu bir toplumsal düzen kurmaktır.  “ Yeryüzünde insan egemenliğine dayalı yönetim biçimleri­ni tamamen ortadan kaldırıp yerine Allah'ın hâkimiyetini kurma; Allah'a ait olan hâkimiyet hakkını gasp eden tağutlardan bu hakkı geri alıp tekrar Allah'a iade etme; insan te­meline dayalı, insan yapısı olan yasaları yürürlükten ilga edip insanların yönetimini sadece Allah'ın şeriatına bırak­ma... Tüm bu faaliyetler sadece İslâm'ın teorik yönünü in­sanlara açıklama ve tebliğ etme yolu ile gerçekleştirilemez. Çünkü insanlara musallat olup onların enselerinde boza pişi­ren, Allah'ın yeryüzüne yönelik hakimiyet hakkını gasp eden tağutlar, yalnız İslâm'ın kendilerine tebliğ edilmesi ve izah edilmesi ile kuruldukları iktidar koltuklarından, kendi rıza­ları ile feragat etmezler. Eğer durum böyle olsaydı Allah'ın dinini (hakimiyetini) yeryüzüne hakim kılma mücadelesi ve­ren peygamberlerin işleri, yaşanılanlar kadar zor değil kolay olurdu. Oysa peygamberler ve kuşaklar boyu İslâm tarihi bu­nun böyle olmadığını bilakis tam tersinin vuku bulduğunu söylemektedir. 

Bu durumda bildiri yani mesaj, inanç ve düşünce sistemi olarak söz konusu dünyevî engellerin karşısına dikilecekse, "hareket" de onunla birlikte bu manaların karşısına çıkacak, onlarla mücadelesini bu şekilde verecektir. Yani, mesaj (bil­diri) ve hareket (aktivite), birlikte, bütün güçleri ile insan ürünü sistemlerin tamamına, onlara denk düşecek araç ve gereçlerle karşı koyacaktır. Yeryüzünün her köşesinde, tüm insanlığı mutlak kurtuluşa ve özgürlüğe kavuşturmak için bu yöntemlerin her ikisinin kullanılması da gereklidir. Bu konunun yeniden fonksiyonel hale getirilebilmesi için önemle üzerinde durulması ve düşünülmesi gerekir.” (Kutub,2019) 

“Kutub, İslam’ın sadece bir Arap inanışı olarak tanımlanması anlayışına şiddetle karşı çıkar. Ona göre İslam tüm insanlığa hitap eden evrensel bir öğretidir. “İslâm, sadece Arap uyruğu taşıyan insanları kurtaran ve yalnızca onları özgürlüğüne kavuşturan bir bildiri; sadece Araplara özel bir mesaj değildir. Onun konusu "nev'i beşer", ilgi alanı ise tüm dünyadır. 

Öte yandan Yüce Allah da ne yalnız Arapların ne de sa­dece İslâm akidesini benimsemiş insanların Rab'bidir. Aksi ne tüm âlemlerin İlâh'ı ve Rab’bidir. Zira dinin asıl amacı, tüm âlemi, Rab'lerinden başkasına kulluk etme zilletinden kurtarıp sadece Rablerine kul olma izzetine nail kılmakta­dır. Çünkü İslâm açısından en büyük kölelik (zillet) insanla­rın, bir takım kimselerin, kendi istekleri doğrultusunda kur­dukları sistemlere (rejimlere) boyun eğmektir. Halbuki bu itaat Allah'tan başka bir varlığa yapılmaması gereken bir ibadet biçimidir. Bu itaat biçimi ile Allah'tan başkasına yö­nelen kimse, ne kadar bu dine inandığını iddia ederse etsin, Allah'a ait dinin dışına çıkar.” (Kutub,2019) 

Öte yandan İslam, kendi öğretisini kabul etmeye kimseyi zorlayamaz. Çünkü Kur’an’da insanların din seçiminde zorlanamayacağı kayıt altına alınmıştır. Kutub, İslam’ı salt bireyi ilgilendiren bir inanç sistemi olarak da ele almaz. “Kendi akide sistemini insanlara zorla kabul ettirmek, ke­sinlikle İslam'ın amacı ve yöntemi değildir. Çünkü İslâm salt inanç değildir. İslâm in­sanı, kula kulluk zilletinden kurtaran evrensel bir bildiridir, öncelikle insanın insana kulluk etmesi, insanın insana egemen olması temeline dayalı rejimleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Ardından, üzerlerindeki politik baskıları kaldırdıktan, katıksız seçme özgürlüğünü kullanmak isteyen fertleri, özü edilen aydınlatıcı ve kurtarıcı mesajı, ruhlarına ve akıl­arına sunulduktan sonra, kendi akidesini seçmek noktasın da, onları özgür bırakır. Ancak bu özgür bırakma tecrübesi­nin anlamı, fertlerin kendi dizginlenmeyen arzularını (neva­larını) tanrı edinmeleri veya kendi istekleri ile kula kulluk etmeleri, bir kısmı diğer bir kısmını, Allah'tan başka rabler edinmeleri demek değildir. 

İnsanlığın yeryüzünde egemenliği altında yaşaması gere­ken düzen, (rejim) tek Allah'a kulluk etme temeline dayalı bir düzen olmalıdır. Yaşama ile ilgili olan bütün düzenleme­ler yalnız O'ndan alınmalıdır. Daha sonra bu evrensel niza­mın gölgesinde yaşayan her fert, kendi özgür iradesi ile dile­diği inanç biçimini benimseyebilmelidir. İşte böyle olursa "din" tamamen Allah'a ait olur. Yani yargı, mutlak itaat ve tam bağlanma ve kulluk bunların tamamı yalnız Allah için yapılmış olur.” (Kutub,2019) Kutub, İslami bir sistem olmaksızın İslam’ın tam olarak yaşanamayacağı kanaatindedir.

Kutub, İslam’ın tam olarak doğru anlaşılabilmesi için, dinin temel kavramlarının doğu tanımlanması gerektiğini savunur. Bundan dolayı din kavramını ele alarak onu yeniden tanımlamaktadır. "Din" kavramı, "akide" kavramından daha geniş içerikli­dir. Din, hayata hükmeden ve hayatı yönlendiren sistem ve yöntemin adıdır. Bu husus ise İslâm'da inanç temeline daya­nır. Ancak genel anlamı ile "din", "akide" kavramından daha geniş kapsamlıdır. Bu nedenle İslâm'a göre evrensel manada çeşitli cemaatler (topluluklar) İslâm inancını benimsemeseler bile, tek Allah'a kulluk esasına dayanan yönetim biçimine (rejime) boyun eğmeleri mümkündür.


İslâm'ın doğal ve yasal özelliğini, anlatılan bu şekli ile al­gılayabilen kimseler, mesaj ulaştırma yolu ile yürütülen cihad eyleminin yanı sıra silahla cihad etmenin de kesin bir gereklilik olduğunu; İslâm'da cihad kavramının, çağdaş bas­kı ve zulümlere karşı insanı kurtarma hareketi olarak tasvir eden hilebaz doğubilimcilerin (oryantalistler) saldırıları ve menfi propagandaları karşısında yenilmişlik psikozuna ya­kalanarak onun bir savunma savaşı olmadığını kavrarlar. Halbuki söz konusu doğubilimciler İslâm'ın cihad hareketi­nin basit bir savunma savaşı olmayıp, insanla ilgili gerçekle­rin her aşamasına ve her yönüne denk düşecek mücadele araç ve gereçleri ile, yenileşen her safhaya özgü araç ve ge­reçler kullanan evrensel boyutta bir çeşit insanlığı kurtarma operasyonu olduğunu bir türlü kavrayamazlar.” (Kutub,2019)
 

Kutub’a göre dinin temel amacı, insanların özgürce inançlarını seçebilecekleri özgür bir ortam hazırlamaktır. “Yeryüzünün tamamında yaşayan tüm insanlığı kurtarma gibi son derece büyük bir iddia ile yola çıkıp daha sonra, sö­zünü ettiğimiz bir sürü engelle karşılaşınca sadece sözlü me­saj ulaştırma ve sözle cihad edeceğim ve böylelikle amaçladı­ğım o büyük hedefime ulaşacağım demek düpedüz ahmaklık ya da başka bir ifade ile saçmalıktır. Zira sözle mesaj ulaştır­ma ve lisanen tebliğ, ancak İslâmî akide ile fertler arasında­ki manaların tamamen ortadan kaldırılıp, insanlar kendi öz­gür iradeleri ile o akide ile baş başa kalabildiği, söz konusu manaların etkilerinden tamamen kurtuldukları zaman ve mekânlarda mümkündür. İşte ancak böyle bir ortamda "Din­de zorlama yoktur" ilkesi geçerli olur. Fakat söz konusu en­gellerin bulunması halinde, öncelikle bunların güç kullanma yöntemi ile ortadan kaldırılması gereklidir. Ki insan, bu prangalardan kurtulup kalbi ve kafasıyla, uygun bir ortam­da, sunulan mesaja muhatap olabilsin.” (Kutub,2019)

Kutub, insanları ifsada sürükleyen bütün engellerin ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. Çünkü özgürce seçim sorumluluğun ön şartıdır. “İslâm'ın gerçekleştirmek istediği asıl amacı, insanları, benliklerini fesada uğratan, seçme hürriyetlerini kayıt altına alan sistemlerin bozucu ve yıkıcı etkilerinden kurtarmaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için tek tek insanlarla değil, doğrudan onları bu hale getiren sistemlerle, genel kabul gör­müş, İslâm'a ters dünya görüşleri ile mücadele eder, onların üzerine saldırır ve onları ortadan kaldırmaya çalışır.

Kutub benzer şeklide cihat kavramını da ele alarak yeniden tanımlamaktadır. Burada dikkat çeken nokta, Kutub’un geleneksel olarak tanımlanmış kavramları yeniden Kur’an’i anlamlara döndürmek için büyük bir çaba harcadığıdır. Kuşkusuz bu İslamcı akımın Kur’an ve Sünnete dönüş amacıyla örtüşmektedir. “İslâm'ın cihad etme hakkı bu kadarla bitmiyor. Çünkü Allah'ın, âlemlerin yegâne İlah'ı ve Rabb'i olduğu evrensel öğretisi gerçekleştirmek, insanlığı kula kulluk zilletinden kurtarıp yalnız tek olan Allah'a kul olma izzetine yüceltmek için her zaman harekete geçmek hakkı gene sadece İslâm'a özgü bir haktır. İslâm'ın dünya görüşüne ve uygulanabilir gerçeğine göre insanlığın topyekûn tek Allah'a kulluk et­mesi ideali ancak İslâmî bir dünya düzeninin gölgesinde ve­rilecek mücadele sonucunda mümkün olur. İşte bu orijinal "dünya düzeni" yüce Allah'ın bütün kulları için, yönetenler, yönetilenler, zenci-beyaz, avam-havas, fakir-zengin tüm insan cinsi için koyduğu, hepsini aynı seviyede kapsamına dâhil eden bir "dünya düzeni" dir.

İslâm'ın dışında kalan diğer insanî düzenlere gelince, on­lar İslâm'ın öngördüğü "dünya düzeni"nden tamamen farklı­dırlar. Örneğin İslâmî dünya düzeninde tek Allah'a kul olma öğretisi temel iken, onların hepsi kula kulluk esasına dayanır. Çünkü onlar, insan hayatını düzenleyen ilke ve yöntemleri Allah'tan değil, insandan alırlar. Hâlbuki insan hayatının her safhasını düzenleme, sadece Allah'a özgü olan ulûhiyetin özelliklerindendir. Zira hangi insan, kendisi gibi diğer insanları sevk ve idare etmek için kendi isteği doğrultusunda yasal düzenlemelerde bulunursa, böyle bir kimse kemal ve eylem açısından düpedüz ulûhiyet iddiasında bulunmuş de­mektir. Bu iddiasını ister sözleri ile ifade etsin isterse etme­sin, fark etmez, sonuç aynıdır. Öte yandan kim de böyle bir iddiaya kalkışan kimsenin ileri sürdüğü tezleri, koyduğu yasaları benimserse, böyle bir hakkı kullanma imkanını ona ta­nırsa o da söz konusu kimseyi tanrılaştırmış, onun böyle bir şeye yeltenmesini meşrulaştırmış olur. Yapılan eyleme ister böyle bir ad konulsun isterse konulmasın, önemli değil. Önemli olan işlenen fiilin niteliğidir.” (Kutub,2019) 

Seyyid Kutub “La İlahe İllallah’’kavramını bir yaşam biçimi olarak kabul etmekte ve buna özel bir önem vermektedir.  “Yalnız Allah’a kulluk etme ilkesini, "Lâ ilahe illallah" yani Allah'tan başka ilah yoktur, şehadet kelimesinde ifade edi­len, İslâmi âkide rüknünün ilk yarısını meydana getiren kıs­mında öğreniyoruz. Bu kulluğun nasıl yapılacağı meselesini ise "Muhammedun Rasûlullah" yani, Muhammed Allah'ın elçisidir, ibaresinde ifade edilen şahadet kelimesinin ikinci ya­rısından öğreniyoruz. Bu ilke her iki parçası ile inanan kim­senin kalbinin derinliklerine yerleşir. Çünkü bu iki temelden sonra gelen diğer iman ilkeleri ve İslâm esasları onların bir gereğidirler. Meselâ Allah'ın kitaplarına meleklerine, resul­lerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan oldu­ğuna inanmak; bunların yanı sıra İslâm'ın beş temel esası olarak kabul edilen namaz kılma, zekat verme, oruç tutma ve hacca gitme; bunlardan sonra hadleri (ağır cezalar) helâl, haram, medenî ilişkiler, yasama, yürütme ile ilgili tüm dü­zenlemeler (teşr'i) ve tüm İslâmî yönetimler., bütün bunlar, yalnızca Allah'a kulluk etme temeline dayanan ilke ve eylemlerdir. Hepsi bu temel üzerine bina edilirler. Bunların hepsinin öğrenilmesi ve uygulanmasında başvurulacak yegâne kaynak, Allah elçisinin, Rabb'inden alarak bize sun­duklarının tamamı yani Kur'an ve Sünnet'tir.” (Kutub,2019). Kutub’un bütün çabasının özünü Kur’an ve Sünnete çağrı oluşturmaktadır.  

İslam toplumu Kur’an ve Sünnet üzerine hayatını sürdüren toplumdur. İslam toplumunu diğer toplumlardan ayıran temel faktör, Allah’ın hükümlerini uygulaması ve Resulün yol göstericiliğini kabul etmesidir. “İslâm Toplumu, bu temel ilkeyi ve onun gereklerini topyekun temsil eden (yaşama geçiren) organik bir yapıdır. Zira söz konusu temel ilkeyi ve onun gereklerini yerine getirme­yen toplum / ya da fert, müslüman sayılmaz. Bundan dolayı "Lâilâhe İllallah Muhammedun Rasulûllah" yani Allah'tan başka ilah yoktur; Muhammed Allah'ın elçisidir, şehadet ke­limesi bütün yönleri ile "islam Ümmeti"nin yaşamını üzerine kurduğu yetkin yaşama yönteminin temel ilkesidir. Bu temel ilke yerli yerine oturtulmadan böylesi bir hayat biçimi ona dayandırılamaz. Bir hayat düzeni bu temel ilkeden başka il­kelere veya onun yanı sıra başka esaslara ya da ona yabancı birkaç ilkeye dayandırıldığı zaman, söz konusu hayat, İslâmî bir hayat değildir; çünkü Kur'ân: "Hüküm yalnız Allah'a aittir; O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor; işte dosdoğru din budur.." (Yusuf, 12: 40) "Kim Resül'e itaat ederse gerçekten Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4: 80), buyurmaktadır. (Kutub,2019)

Kutub yasama ve yürütme konusunda tamamen Kur’an’a ve Sünnete dayanılması gerektiğini savunmaktadır. “Yasama ve yürütme ile ilgili yasaları, Cenabı Hakk'ın el­çisi aracılığı ile bize sunduğu şeriatından başka bir kaynaktan alan kişi de, bir olan Allah'a kulluk etmiş olamaz. Kur’ an şöyle diyor böyleleri hakkında: "Yoksa onların kendileri için, Allah'ın izin vermediği din koyan ortakları mı var" (Şûra, 42: 21)"Rasûl size neyi verdi ise onu alın; size neyi yasakladıysa ondan sakının..."(Haşr, 59: 7) 

İşte İslâm toplumu, bu özellikleri taşıyan toplumdur. Top­lumsal düzenlerinde, yasama ve yürütmelerinde, ibadet ola­rak yerine getirdikleri fillerinde ve ibadet biçimlerinde tem­sil edildiği, hayata geçirildiği gibi, fertlerin inançlarında ve düşünme biçimlerinde bir olan Allah'a kulluk etme ilkesinin hayatiyet kazandırıldığı bir toplum... Saydığımız hususlar­dan herhangi birisinin, İslâm'ın var oluş biçimine ters düşme­si, doğrudan İslâm'ın birinci ve temel ilkesi olan şahadet ke­limesine yani "Allah'tan başka ilah yoktur/ Hz. Muhammed Allah'ın elçisidir; cümlesine ters düşeceği için böyle bir du­rumda İslâm'ın varlığından, söz konusu kişi veya kişilerin Müslümanlığından söz edilemez.” (Kutub,2019) 

Kutub’a göre İslam toplumunun ana özelliği, Allah’tan başkasına ibadeti reddetmesidir. “Böyle bir toplum; her şeyden önce kulluk görevini yalnız­ca bir olan Allah'a sunan; Allah’tan başkasına kulluk etmeye yanaşmayan; âkidede, anlayışında, düşünme biçiminde; ibadet şekillerinde ve ibadet olarak yaptığı fiillerinde; yönetimine tabi olduğu rejimde, yasama ve yürütmede... Bunların hep­sinde Allah'tan başkasına kul olmayı reddeden insanlardan meydana gelen "İslâmî bir cemaat" olmadıkça böyle bir top­lum kesinlikle kurulamaz.” (Kutub,2019)

Kutub’a göre İslam toplumu sosyal, siyasi ve ekonomik alandaki bütün düzenlemeleri, Kur’an ve Sünnetin ilkelerine göre oluşturur. “Kurulması arzulanan İslâm toplumunu meydana getire­cek insanlardan oluşan İslâmî cemaat, bu vecibeleri hakkı ile yerine getirdikten sonra şu görevleri de yerine getirir: sözge­limi bu cemaat fertleri hayatlarını tamamen bu arınmış kul­luk esasına göre düzenlerler. Vicdanlarını, Allah'tan başka ya da onun yanı sıra başka bir ilah/ veya ilahlara inanmak­tan temizlerler. Dînî vecibelerini, Allah'tan başka / veya onun yanı sarı başka bir güce sunmaktan sakınırlar. Yasama ve yürütme ile ilgili yasalarını Allah'tan başka / veya onun yanı sıra başka bir kaynaktan almaktan tamamen kendileri­ni temizlerler. Ancak bu vecibeleri gereği gibi yerine getirirse bu cemaat 'İslâmî bir cemaat', bu cemaatın meydana getirdi­ği toplum da İslâm toplumu olur. 

Kutub, bütün düşüncelerini temellendirirken İslami toplum ve cahili toplum ayırımını kullanır. Bu iki toplum birbirine karşıt toplumlardır. Kutub, cahili toplum konusunda şunları söylemektedir:  “Cahiliye toplumu nedir: İslâm toplumu dışında kalan bütün toplum biçimleri adı sanı, niceliği ve niteliği ne olursa olsun "Cahiliye toplumu"dur." Tanımın sınırlarının iyice belirlenmesini istersek kavramı şöyle de ifade edebili­riz: Cahiliye toplumu, inançta, ibadette, yasama ve yürütme ile ilgili düzenlemelerde varlık kazanması, yaşanılır kılın­ması gereken tek Allah'a kulluk etme temeline dayanmayan her toplumdur. Bu özlü tanıma göre günümüzdeki toplum türlerinin tümü cahiliye toplumudur. 

Öyle ki kendini Müslüman sanan bazı İslâm toplumları(!) da cahiliye sınıfına dahildirler. Bu toplumlar da Al­lah'tan başka varlıkların ilahlığına inandıkları veya ibadet olarak yerine getirdikleri vecibelerini Allah'tan başkasına sundukları için bu kategoriye girmiyorlar. Bu kategoriye gir-melerinin asıl nedeni, yaşama biçimlerinde tek Allah'a kul­luk ilkesini benimsememeleridir. Bu toplumlar her ne ka­dar görünürde Allah'tan başka bir varlığın tanrılığına inan­mıyor iseler de ulûhiyet haklarını Allah'tan başkalarına izafe ediyor; Allah'tan başkasının hakimiyet hakkını (veya buna iddiasını da diyebilirsiniz) onaylıyor; siyasal ve sosyal kurumlarını, yasama ve yürütme sistemlerini, değerlerini, ölçülerini, adet ve davranışlarını., yaklaşık olarak hayatın tüm dinamiklerini bu egemenlik kaynağına dayandırıyorlar.  

İslam, kendisinden önceki dinlerin sahiplerinin dinlerini nasıl bozdukları hakkında bilgiler verir. Kuşkusuz bu bilgiler sadece onların yaptıklarına karşı bir anlatım değil, Müslümanlara karşı da bir uyarıdır.  “Daha önceki dönemlerde yüce Allah, Yahudi ve Hıristiyanları, bugün kendisinin Müslüman(!) olduğunu iddia eden bazı insanların yaptığı gibi, rahiplerini, hahamlarını Allah'tan başka rabler edinmelerinden ötürü şirke ve küfre düşmek ve tek olan Allah'a kulluk etme ilkesinden sapmakla suçlamıştı. Cenabı Hak Yahudi ve Hıristiyanları Üzeyr ve İsa'yı tanrılaştırıp onlara tapmalarından ötürü müşrik olarak kabul etmiş­tir. Onlar gibi bu zamanda yapılan bu gibi hareketler de öte­kiler gibi tek olan Allah'a kulluk etme ilkesinden, Allah'ın hak dininden ve "Lâ ilahe illallah" şahadet kelimesinin sınır­larından çıkmak anlamını içermektedir.” (Kutub,2019)

Kutub, din ve devlet işlerinin ayrıldığı laik yönetim sistemlerine de tümüyle karşıdır. “Müslüman’ım iddiasında bulunan bu toplumların bazısı açıkça "lâik" olduğunu, dinle hiçbir ilişkisinin olmadığını ilan ederken bazısı da aslında dine saygılı olduğunu fakat dini sosyal düzenden tamamen soyutladığını (dinle devlet işlerini birbirinden ayırdığını) söylüyor. Görünmezi (gaybı) inkâr edip yerine, bilimselliğin gaybî (bilinmez) olanla çeliştiğini gerekçe göstererek siyasal ve sosyal düzeni "bilimsellik" ilke­sine dayandırıyor. Halbuki bu iddialar, ancak hiçbir şeyden haberi olmayan bilgisizlerin söyleyebileceği saçma sapan söz­lerdir.

Öte yandan bazıları ise egemenlik hakkını, fili olarak Al­lah'tan başkasına tanıyıp dilediği gibi yasal düzenlemelerde bulunmaktadır. Bu yaptığı yetmezmiş gibi bir de kalkıp ken­disinin koyduğu bu düzenlemeler hakkında: 'İşte bunlar, Al­lah'ın şeriatıdır' demektedir. Bu sözlerin hareket ve davra­nışlarının tümü, bir olan Allah'a kulluk etme temeline da­yanmaları hususunda özdeştirler. 

Bu durumlar iyice belirginlik kazanınca, İslâm'ın câhili toplumlara karşı takınacağı tavrı tek cümle ile ifade etmek mümkündür: İslâm, bu tür toplumların Müslümanlık iddia­larını, ve kendi istekleri doğrultusunda ortaya koyup ardın­dan bunların şeriata uygun olduğu savunmalarını temelden reddeder.” (Kutub,2019)

Seyyid Kutub, kitabının “İslam Düşüncesi ve Kültür’’ adını taşıyan bölümünde, Ömrünü İslam davasına adamış bir âlim olarak önemli değerlendirmeler yapmaktadır. İslami olmayan kaynaklardan bilgi almak konusunda uyarılarını sıralamaktadır.  “Fizik, kimya, biyoloji, tıp, tarım, vb bilim dalları ile ilgili konularda tecrübi bilgilerin gayrimüslimlerden alınması bu konularda takva sahibi Müslümanların olmayışından dolayı mazur görülmüştür. Fakat inancın temelleri, İslâm düşüncesinin temel dinamikleri, Kur'an tefsiri, hadis ve Resulûllah'ın ha­yatı, insanlık tarihinin ve tarihi süreç içerisinde insanın faa­liyetleri, toplumsal eğilimlerin ve yönetimleri, yönetim düze­ni (rejim), politik yöntemi, sanat edebiyat vb. anlatım biçim­leri ile ilgili bilgileri Islâmî olmayan kaynaklardan ve bütün bu konularla ilgili bilgilerin tamamını Islâmî kaynaktan al­dığı konusunda bilgisine, inancına ve takvasına güvenilme­yen kimselerden alınmasını kesinlikle caiz görmez. Bırakınız Müslüman olmayanı, takvasından, mütedeyyinliğinden emin olunmayan kimselerden dahi bu alanlarla ilgili bilgilerin alınmasını onaylamaz İslâm. Çünkü bu mesele doğrudan yüce Allah'ın ve onun elçisinin sözü (Kur'ân ve Sünnet) dir. Bu yüzden bu konuda Allah'ın kelamını rehber edinerek inananlann tartıştıkları konularda Allah'a ve onun Elçisi'ne başvurdukları gibi biz de bu meselede Allah'a elçisine başvuracağız. (Kutub,2019) 

Kutub, siyasal anlamda ülkeleri İslami ve İslami olmayan toplum olarak sınıflandırmaktadır. “Bunların yanı sıra tek bir İslâm ülkesi (Dâru'l-İslâm) vardır; İslâm devletinin kurulduğu, Allah'ın Şeriatı’nın yü­rürlükte olduğu, şer’i cezaların uygulandığı, Müslümanların birbirlerini veli (dost) edindiği Dârü'l-İslâm... Geriye kalan ülkelerin tümü "Dârü'l-Harp"tir” (Kutub,2019) 

Kutub’a göre Müslüman toplumu bir arada tutan en değerli bağ inanç bağıdır. Ayrıca Kutub, milliyetçilik ideolojisi ile İslam arasına kesin bir çizgi çizer. “Müslüman’ın vatanı, Allah'ın şeriatının uygulandığı; va­tan ile orada yaşayan insanlar arasında Allah'a bağlılık te­meline dayalı ilişkilerin olduğu yerdir. Bu tanımın dışındaki ülkelerden hiçbirisi Müslüman’ın vatanı olamaz. Darü'l-İslâm’da Müslüman’ı "İslâm Ümmeti’nin bir üyesi yapan inanç (âkide) biçiminden başka bir uyruğu, bir milliyetçilik anlayışı kesinlikle yoktur.’ (Kutub,2019)

Kutub’a göre tarihin değişmesine rağmen cahiliye düşüncesinin özellikleri hep aynı kalmıştır. İslam, cahiliye ile savaşmak üzere gönderilmiş bir dindir. “Yeryüzünün her bölgesini egemenliği altına alıp sevk ve idare eden cahiliye dünya görüşleri, düşünce yapıları ile uz­laşmak; dünyanın her yerinde yürürlükte olan cahiliye ku­rumları ile bağdaşmak İslâm'ın vazifesi değildir. Böyle bir şeyi yapmak İslâm'ın geldiği ilk günde onun vazifesi olmadı­ğı gibi, bugün de yarın da olmayacaktır. Çünkü cahiliye hep aynı cahiliyedir. Başlangıçta ne ise, bugün de, yarın da, odur. Cahiliyenin genel tanımı: 'Bir olan Allah'a kulluk et­me ve O'nun koyduğu ilâhî hayat nizamını uygulamaktan yüz çevirmek; değerleri, ölçüleri ve insan hareket ve davranışlarını ilâhî kaynağın dışında kalan başka kaynaklardan çıkarmak.. Bunun gibi İslâm da hep İslâm'dır. Başlangıçta ne ise, hangi nitelikleri taşıyor idiyse, bugün de, yarında, hep aynı nitelikleri taşıyacak, aynı özelliklere sahip olacaktır. Tek bir görevi vardır İslâm'ın: "İnsanlığı cahiliye karanlık­larından İslâm'ın aydınlığına çıkarmak..." (Kutub,2019) 

Kutub’a göre Müslümanların temel görevi cahili sistemlerin egemenliğini ortadan kaldırmak ve insanları özgürleştirmektir.  “Bizim başlıca görevimiz, İslâm'ın düşünce yapısını İslâm dünya düzenini, gelenek ve göreneklerini bu cahiliyenin ye­rine ikame etmektir. Ancak bu amaç, bazılarımızın hayal et­tiği gibi cahiliye düzeni ile akrabalık kurarak daha yolun başında iken ilk adımlarımızı onunla birlikte atmakla kesin­likle gerçekleştirilemez. Böyle bir girişimin anlamı daha yo­lun başında iken yenilgiyi kabullenmenin dünyaya duyurulmasıdır diyerek bu konudaki noktayı koyuyor.” (Kutub,2019)

Kutub, ‘Yoldaki İşaretler’ adlı eserinin sonunda tüm bu çabalardan elde edecekleri kazançlar hakkında şu ifadelere yer vermektedir: “Müminlerin emeklerinin karşılığı olarak aldıkları birinci derecede önemli ücretler kalpte dinginlik, bilinçte yükseklik, düşüncede estetik, dünyevi bütün albeni ve engellerden kur­tulma, bütün durumlarda korku ve sıkıntılardan kurtulup tam bir özgürlüğe kavuşmaktır. 

Hiç kuşkusuz düşünce adamlarını incelerken onların nasıl bir tarih ve coğrafya içinden seslendiklerini bilmek önemlidir. Bu durum İslamcılığın en etkili isimlerinden biri olan Seyyid Kutub için de geçerlidir. Seyyid Kutub’un doğup yetiştiği yüzyılı, ülkesi Mısır’ın siyasal örgütlenme biçimini, yaşadığı dönemde etkili olan din anlayışını bilmeden onu değerlendirmek mümkün değildir. Kutub’un yaşadığı dönemin en önemli özelliği Osmanlı İmparatorluğunun dağılıp İslam dünyasının baştanbaşa sömürgeleştirildiği bir dönemin ertesinde sömürge durumundan kurtulmak üzere mücadelelerin verildiği dönem olmasıdır. Kuşku yok ki, sömürgecilerin İslam topraklarının bazı bölümlerini askeri olarak terk etmeleri sömürgenin sona erdiğini göstermiyordu. Sömürgecilerden sonra iktidara gelen askeri ve yarı askeri diktatörlük yönetimleri uyguladıkları politikalarla sömürgecileri gölgede bırakmışlardır. İslam dünyasının asıl sorunu sömürgecilerden çok, sömürgecilerin yerine geçen yerli sömürgeci zihniyetler olmuştu.  

Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Türkçesi: Abdi Keskinsoy, 2019

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları


Tüm Hakları Saklıdır © 2021 Kahta Havadis | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.